Yaşayan Bir Dekor Olarak Kitaplıklar

Hayli zamandır Twitter’dan uzağım, ancak çok beğendiğim isimleri ara ara Twitter’a girip yoklamıyor değilim; kim bilir neler kaçırıyorum korkusuyla... Bu isimlerden biri de Yenal Bilgici. Yine bahsettiğim bir yoklama esnasında, bu karantina günlerinde sıkça karşılaştığımız canlı bağlantılarda evlerinden bizlere konuk olanların, arkasına dekor olarak kitaplıklarını almasının alışageldiğimiz bir twitter kutuplaşması yarattığını öğrendim. Peşinen, bu savaşta hangi tarafta olduğumu, bu savaşı öğrendiğim Yenal Bilgici tweet’inin altına imzamı atarak belirteyim.
Aslında bu savaşta karşı tarafta olanların, yani bir yayında arkalarına kitaplıklarını alarak konuşanları gösterişlilik ile yargılayanların, karantina dönemi öncesinde “kitap okuyor musun?” sorusuna, “çok istiyorum aslında ama hiç vaktim yok!” diyenlerle (okuyorum ve okumuyorum cevapcıları arasında yönünü kaybedenlerle) çoğunlukla aynı kişiler olduğunu düşünüyorum. Bu karantina günleri, aslında bu mazeretçilerin de foyasını ortaya çıkardı. Hiçten çok vakte geçmeleri de bu dertlerine derman olmadı. Gördüğüm kadarıyla artan vakit, herkesin rutininin süresini uzattı genelde. Okuyan daha çok okuyor, izleyen daha çok izliyor. Kendi adıma ise daha çok okumaktan ziyade, bana verdiği yavaşlama hakkı ile ayrı bir mutluyum. Artan vakit, daha yavaş okumamı sağladı; okurken bir çağrışım yapan cümleyi orada bırakıp çağrışımın peşinde koşabiliyor, önceki sayfaya tekrar baştan dönmeye daha fazla cesaret edebiliyorum. Ya da tekrar okumak istediğim kitaplara geri dönme cesaretimi kıran okumayı bekleyen kitapları, daha rahat beklemeye alabiliyorum.
Neyse, konumuza dönecek olursam; içerik ve beklenen asıl fayda bir yana kitabın bir kimlik tanımlayıcı nesne olmasında bir sakınca görmüyorum. Hatta bence gayet şık ve zarif bir tamamlayıcı.
Nureddin Türk, manifold’da kaleme aldığı “Şey Olarak Kitap” yazısında şöyle diyor:
Elbette yazarlar gibi okurlar da bilinmek ister. Özellikle, bünyesinde sarsıntılara yol açmış kitabı henüz bitirmiş okur, pimi çekilmiş bir bomba gibidir. Anlatmak, başkalarına da okutmak, tartışmak ister. Çantada, elde kitap gezdirmek, sadece göstermekle ilgili değil, ruha da iyi gelen bir eylemdir, kabul. İnsan bir türlü ait hissedemediği ama vazgeçemediği kalabalıklar arasında emniyette hisseder kendini, biraz da olsa.
Bu satırlardan da güç alarak, yalnızca bir yayında arka fonda yer alan kitapları değil, bir fotoğrafın kıyısından köşesinden boy göstermiş bir kitaba, bir masa üstünde denk geldiğim kitaba, plaj çantasının ucundan baş vermiş bir kitaba da dikkat kesildiğimi itiraf etmeliyim. Bir insanın ne okuduğunun merakı ya da bu yolla yeni bir kitapla daha tanışabilme ihtimali gayet güzel bir heyecan bence.
Konu kitaplık olunca, yine yersiz bir serzenişe de yer vermek gerek. “Tüm bunları okudun mu gerçekten?” sorusu içerisine gizlenmiş bir anlayamama ürünü olan serzenişe… Tahminim, gerçek bir kitaplık sahibi hemen hiç kimse, o kitaplıktaki tüm kitapları okumamıştır. Sadece okunmuş kitaplardan oluşan bir kitaplık kurabilmek, gerçek bir kitap sever için kurulması olanaksız bir kitaplıktır. Bunun, bir psikolojik sendrom olarak nitelenebilecek olan kitap istiflemecilik yani tsundoku boyutundan öte; her zaman bir alternatifinin olması ihtiyacını hissetmesi, kitap satın alımlarını tek tek değil, genelde birkaç alım yaparak sıraya koyması, derken ilgisini çeken yeni bir kitap görmesi ile bu sıraya yenilerinin girmesi, literatür ihtiyacı nedeniyle bu da burda dursun mutlaka diye düşündükleri, henüz vakti gelmeyenleri, hediye edilenleri gibi daha birçok etkenle okumadığı onca kitap da kitaplığındaki yerini alır.

Kadir Kaymakçı’nın “Okudum Diye Yalan Söylediğimiz Kitaplar!” başlığı altında derlediği keyifli yazısında, Stefan Zweig’in kitaplar için sarf ettiği “…çağırılmadıkları sürece gelmezler…” ifadesinden Montaigne’in “İstediğim zaman kitaplarımla mutluluğu tadabileceğimi bildiğimden, sadece varlıkları bile beni mutlu kılmaya yetiyor.” hislerine bağlanışı ve “Zweig ve diğer yazarların kitaplarının satın alınıp eve götürülmesi de bir şeydir, eminim onu alan bir gün ‘çağıracaktır’ da!” diyerek bağlayışı, kitaplıklardaki okunmamış kitapların ruhu için çok şey anlatıyor.
Peki, arka fona kitaplık alma motivasyonundakiler içerisinde hiç mi samimiyetsiz kimse yoktur? Eminim ki vardır. Hatta kendine ait olmayan bir kitaplık önüne sırf “-mış gibi görünmek” için kurulanlar da olabilir. Ama inanın onlar da, arabasının direksiyonu arkasına kurularak birşeyler anlatmak isteyenler kadar günahkar değildir. (Gerçekten, bir test sürüşü deneyiminizi paylaşmıyorsanız (ki onun için de orası şart değil), şoför koltuğundan hitap ettiğiniz herhangi bir konunun bana geçebilme ihtimali yok!)
Son olarak, bu tartışmanın sadece bize ait olmadığını da internette konuyu biraz tarayınca gördüm. Bunlara da ayrıca girmek konuyu gereksiz uzatmaktan başka işe yaramayacak gibi görünüyor ama bunların içerisinde Guardian’daki haber içerisindeki bir kısım çok keyifli geldi. İngiltere’de de, bu yayında arka fona kitaplık alma ritüelinin bir eğlenceye dönüştüğü; insanların bu görüntülerle ünlü kişiler hakkında yer yer övgü, yer yer alay etme unsuru bulduklarını haberleştirirken, Fox News muhabiri Brandi Kruse’nin bir tweet’ine de yer vermişler. Kruse muzipçe şunu soruyor: “Kitaplık önünde konuşacak olanlar, yayından önce görünmesin diye kitaplıktan indirdiğiniz bir kitabı paylaşın hadi…” Masum değiliz hiç birimiz eşliğinde okunması iyi gidecek olan bu sorudan aldığım ilhamla; böyle bir yayın yapmış ve yolu bu yazıya düşeniniz varsa itiraflarınızı duymak çok eğlenceli olurdu doğrusu. Ya da bu eğlence ihtimalini artırarak, bir yayına katılsaydınız raflarınızdan görünmesin diye indireceğiniz kitabınız hangisi olurdu diye okuyan herkese sorayım!? Beraber görünmek istenen kitaplar bir yana, beraber görünmek istenmeyen kitaplar da hiç az şey söylemez sanki!