Kurgusal Göç
“Koyunların çalıları yediği doğru, değil mi?” diye sorduğunda, “evet, doğru” cevabına çok sevinmişti Küçük Prens. Öyleyse baobap ağaçlarını da yerler diye düşünmüştü çünkü. Her ne kadar kiliseler kadar büyük ağaçlar olsa da baobaplar, onlar da büyümeden önce küçüktüler… Ve zaten mesele, büyümelerine engel olmaktı.
Küçük Prens’in gezegenini saran kötü tohumlar, baobap tohumlarıydı. Onun bir baobap tohumu olduğunu anladığınız an, sökülmesi gereken; aksi halde tüm gezegeni sarabilecek kötülük tohumları…
Baobaplar yalnızca Küçük Prens hikayesinin kötü karakteri değil. Kabuğundan ip, halat, sepet, şapka yapmaları, meyvesinin kendileri için en değerli besin kaynaklarından biri olması, sanayide kullanılması ve hatta kimileri için içerisindeki oyuklar sayesinde ev görevi de görmesi gibi onca faydasına rağmen, aynı coğrafyada birlikte yaşadığı insanlar da dahil olmak üzere insanlarca da kötülüklerle anılagelmiş. Ağrı kesici yapımında kullanımı ise belki de insanın bu kötücül bakışının en ironik tarafı! Ama işin bu kısmı, daha onca başka örnek eklenerek, insanın irrasyonel halleri üzerinden konuşulası ayrı bir konu. Şimdilik Friedrich Nietzsche’nin “Bir hamamböceği öldürürsen kahraman, bir kelebeği öldürürsen şeytansın. Ahlakın estetik standartları vardır.” sözleriyle özet geçmiş olayım. Derdim burada başka.
İnsandan çok daha eski zamanlardan beri bu dünyada var olan baobap ağaçları, soyu tükenmekte olanlar kervanında son yıllarda adından kırmızı harflerle bahsettirenlerden. Belki bir nesil sonra baobap ağacı yalnızca bir kurgu karakter olacak. Meraklısı mitolojide, bir diğer meraklısı botanik literatüründe ama çoğunluk Küçük Prens’teki metaforik endamı ile bilecek sadece. Her halükarda gerçek olmaktan çok uzak olacak.
Aynı şekilde, “Yılanbalığının Yolu” kitabında, yine kırmızı listede olan yılanbalığının nesli tükenirse geriye ne kalacak sorusuna; “resimler, anılar, hikayeler” diye cevap veriyor Patrik Svensson. Ve bunun belki de en güzel örneklerinden biri olan “Dodo” ile devam ediyor. Hollandalılar tarafından ziyaret edilmeden önce, Hint Okyanusundaki adalarında mutlu mesut yaşamlarına devam eden dodo kuşuyla…
Dünyada yaşadığı tek yer olan bu adada, yavaş hareketleri ve uçamaması pek sorun değilmiş onun için. Adada hiçbir doğal düşmanı bulunmuyormuş çünkü. Ta ki insan ile tanışmasına dek… Soğukkanlı, umursamaz tavırlarını insana karşı da göstermiş, üstüne doğru gelmeleri dahi onları kaçırmıyormuş. Tombul ve bol etleri (sanırım lezzeti de yerindeydi ki), adaya ayak basan denizcilerin sofralarının kısa sürede favori yiyecekleri olmalarına neden olmuş. Ama bu sefa da kısa sürmüş. 1500’lü yılların sonunda adaya ayak basan insanın, yaşayan bir dodo kuşuna ait bıraktığı son kayıt 1681 tarihliymiş.
Sonrasında da insan bir süre dodo diye bir kuş olduğunu unutup gitmiş. Tekrar hatırlandığında ise gerçek bir hayvandan çok, mitolojik bir yaratık gibi anmaya başlamış. Bazıları için gerçekte hiç var olmamış dodo kuşu.
1865 yılında bulunan ilk fosil, bu sanıyı yıkmak için en gerçekçi adımdı belki ama onu bugüne taşıyan asıl güç, yine aynı yılın sonunda yayınlanan Alice Harikalar Diyarında kitabıydı. Wikipedia’daki Dodo başlığına bakarsanız “Dodo, Lewis Carroll’un (Charles Lutwidge Dodgson) yazdığı Alice Harikalar Diyarında kitabının 2. ve 3. bölümlerinde yer alan hayali bir karakterdir.” yazdığını görürsünüz. İşte o “hayali” karakter, dodo kuşunu dünya çapında tanınan bir kuş yapmıştı. Yine Patrik Svensson’un anlatısıyla (Ayşegül Çetin’in çevirisiyle);
“…dahası, dodo sadece insan türünün pervasız sinizminin bir simgesi olmakla kalmayıp, artık modası geçmiş, günümüzde hiçbir işlevi kalmamış şeyler için de kullanılan bir eğretilemeye dönüştü. Örneğin aptal, sakar, çağa ayak uydurmayı beceremeyen, dışlanan ve unutulan, modern hayatta yeri olmayan insanlara dodo dendi. “Dodo kadar ölü” diye bir tabir bile var.”
İnsan yok ediyor, esinleniyor, anlamlar yüklüyor… Gerçekten kurguya olan göç, olmadık bir kalabalığa dönüşüyor.
Sait Faik Abasıyanık, “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.”diyor Son Kuşlar hikayesine nokta koyarken. İronik bir şekilde yanıldığını kolaylıkla söyleyebilirim bugün! Biz eminim ondan daha çok kuş görüyoruz. Sadece bu coğrafyanın değil; Afrika’sından, Amerika’sına, ötücü kuşlardan, yırtıcılarına; çok daha fazlasını… Tek ama yeter farkla; biz avcumuzdaki veya önümüzdeki ekranlardan; kuş gözlemcilerinin, bilim insanlarının bizim için seçtikleri kadarıyla, aslında sadece baktıklarımız olarak üstünüz ondan. “Biz çok gördük” derken de, telkininde de o haklı elbet. Yalnızca temasımız, hissimiz de değil; dodo gibi, sadece Avrupa’da (her beş kuştan biri gibi bir orana denk gelen) 71 kuş türünün yok olmak üzere olduğu bir dönemde yaşıyoruz.
Dijitalleşiyoruz yıllardır, şimdilerde metaverse boyutuna doğru yol alıyoruz. Gün be gün kurguya taşınıyoruz. Aslında farkında olmadığımız bir simülasyon içerisinde yaşadığımızı ileri süren simülasyon argümanını tartışmaya yer bırakmayacak bir dünya yaratmaya doğru gidiyoruz. Bugüne kadar bir simülasyonda yaşamıyorduysak bile, artık kendi simülasyonumuzu da kendimiz yaratıyoruz. Böyle olunca da bitirirken; “bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz ele ele çok oyunlar oynadık, diz dize çok sohbet ettik, bir birimizin omzu üzerinde çok konserler dinledik, çok piknikler yaptık, iyi kötü kuşları da gördük, ağaç gölgesinde de uyuduk. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi” diyesi geliyor insanın…