Kalem elden düşünce.
1998 yılında yaşamını kaybeden Ted Hughes, hiç bir zaman e-posta kullanmamış. Hatta bilgisayara el sürmemiş. (Oysa ölümüne kadarki on yıllık süreçte e-postanın genel kullanım yaygınlığı bir yana, özellikle yazarların neredeyse hemen hepsinin editörleriyle, yayınevleriyle iletişimlerinde e-posta’ya çoktan geçtiklerini söylüyor Simon Garfield.*) 1996 yılındaki bir söyleşide, çalışmalarını bitirmek için hangi araçlara ihtiyaç duyduğu sorulduğunda da “yalnızca kalem” diye cevap vermiş.
Sahip olduğu “edebiyat dünyasının kasıntısı” mahlası üzerinden de değerlendirilebilir bu tercihi Ted Hughes’un elbette ama yirmili yaşlarında ilk kez daktilo kullandığında kendimle ilgili çok enteresan bir şey fark ettim diye açıkladığı farkındalığı daha anlamlı: “sayfanın sonuna gelene kadar yan cümlelerim uzadıkça uzadı, çoğaldı ve dallanıp budaklandı.”
Aradan geçen yıllar, kendi üzerinden vardığı bu tespite yeni kanıtlar sundu. Uzun yıllar çocuk kitapları alanında verilen W.H. Smith Edebiyat Ödülü jürisinde görev almıştı. Yarışmanın ilk dönemlerinde eserlerin genelde bir kaç sayfayı geçmediğini ancak 80'lerde birden uzunluklarının 70–80 sayfaya kadar çıkmaya başladığını söylüyordu. Çoğunlukla kıvrak ve etkili yazılar olsa da nedense “garip bir şekilde sıkıcıydılar” diyordu. Bu yazıların hepsinin kelime işlemcileriyle yazıldığını öğrendiğinde de şöyle bir mantık öne sürdü: “Kelimeleri kağıda aktarmak için kullanılan araçlar esnekleştikçe ve harici hale getirildikçe yazar da aklına gelen her fikri ya da fikir uzantısını yazabilir hale geliyor.”**
Bir açıdan avantaj gibi görünse de, Hughes bunu bir avantaj olarak görmüyor, aksine bu durumun cümlelerin lüzumsuz yere uzun olmasına yol açtığını; yazılanların değerini düşürdüğünü düşünüyordu. Oysa eski usulde, yani kalem ile yazdığında bir dirençle mücadele edildiğini söylüyor ve o direnci de şöyle kutsuyordu:
“Kalemle yazarken, yaşadığınız yılları da yanınıza alıyorsunuz, beyniniz ve yazı yazdığınız eliniz arasındaki iletişime aynı zamanda hayatınız da bağlı… Dolayısıyla kullanmak istediğiniz ifadeler içinizdeki bu doğal dirençle karşılaşınca her şey otomatikman daha öz, daha kısa ve belki de psikolojik olarak daha yoğun oluyor.”
Aradan geçen yıllarda ne olduysa; aynı anlam kaybı, duygu yitimi, kısa yazma şeklinde kendini gösteriyor. Uzatarak bozduğumuzu, kısaltarak bozuyoruz artık. Çok kez maruz kaldığınıza emin olduğum, “kusura bakma, kısa yazacak vaktim yoktu”*** satırlarındaki anlamı, bugün bir şekilde “kusura bakma, uzun yazacak (ve okuyacak) vaktim yoktu” satırlarına taşıyabiliriz sanırım.
Uzun veya kısa, bu anlam/duygu yitimini ortak bir nedende buluşturmak mümkün. Ama önce bu arada geçen yıllarda ne olduysa belirsizliğime yüzeysel de olsa yine kendi gözlemlerimle biraz dokunmak istedim.
Bu dönemin daktilolu kısmıyla ilgili pek bir şey diyemeyeceğim. Daktiloyu yazan olarak değil, oyuncak olarak yakalayan dönemdenim. Babamın yazmaya ara vermesini dört gözle bekleyip, boşluk bulduğum an hazneye teksir kağıdını sürerek, “yeter, başımız şişti!” tahammül anına kadar olur olmadık yazar da yazardım. Ama blogların mesela doğuşundan beri tanığıyım. Kiminin yeni nesil günlüğü, kiminin ilgi alanını/merakını zevkle aktardığı samimi mecra… Altın çağlarında yalnızca yazılmaz, çok da yorum alırdı bloglar; bir yazının altında toplaşılır, bazen yazıdan daha uzun olan katkılar olurdu. Her zaman bu denli olmasa bile yazı yazıldığı sınırlar içerisinde kalmaz, yorumlarıyla büyürdü. Merakın yalnızca aktarıldığı değil, beslendiği de mecraydı yani. Sonra bu görevi biraz FriendFeed devraldı. Keyifli tartışmalar, özenli derlemeler, eğlenceli geyikler, zevkli listeler, acayip bilgi paylaşımları, rafine deneyimler; belki toplamını “muhabbet vardı” altında özetleyebileceğim bir mecraydı. 50 milyon dolara satın alınmasıyla, artık kimse buralara uğramıyor denilerek kapısına kilit vurulması arasında geçen süre sadece 6 yıl oldu ama… Bloglardan da, FriendFeed’ten de yaşanan kaçışın ana adresi Twitter’dı. Sanırım, uzun uzun yazarak elde edilen dopaminin, 140 karakterle elde edebilme ayırdına varılmasıyla bir rasyonel insan davranışı olarak kolay olana akış kaçınılmaz olmuştu. Twitter’ı da artık hiç anlatmayayım; yaşıyoruz zaten. Ve aslında Twitter’a da bayılan bir insanım; hemen herkesin merakına hitap edeni bulabileceği, alanının harika insanlarına erişim imkânı veren; belki on yıl önce dinleyebilmek, okuyabilmek için can atacağın isimleri avucunun içine sığdıran, haddini ve adabını bilebildiğin sürece dinlemekten öte karşılıklı iletişim de kurabileceğin bir mecra. Geçenlerde M. Serdar Kuzuloğlu’nun ifade ettiği gibi, bu kadar zahmetsizce, bu denli özenli bilgiye erişmek inanılmaz bir nimet. Ancak bu ütopya hali yanında nasıl da bir distopyaya dönüşebildiğini de biliyoruz. Ama buradaki konu da, işin pek bu boyutunda değil zaten.
Konumuz anlam/duygu yitimi… Ted Hughes’ın bahsettiğinden bile çok ama çok kısa yazıyoruz artık ama anlamda derinlik? Uzun yazacak kadar vaktimiz değil, karakterimiz de yok. Cümle(cik)lerimiz, düşünülmeden istenilen yerlere çekilebiliyor. Söyleyenin ehilliğinin bile anlamı olmuyor, en çok biz biliyoruz. Bir araştır istersen diyebiliyoruz ömrünü adadığı alanla ilgili bir konudaki paylaşımı altına.
Uzun ya da kısa, anlam/duygu yitimi… Çok yönü var elbette ama her ikisinde de kalemin elden düşüşü önemli bir ortak nokta. Bu çok kısa süre içerisinde yazı uzadı, kısaldı dönem dönem ama kalem artık elden klavyeye düştü bir kere. Ted Hughes’in bahsettiği o direnç kırıldı. Bundan 50–60 yıl önce kendi deneyimleri üzerinden vardığı aynı noktayı, bugün bilim teyit ediyor. The New York Times’da yayınlanan ve psikologlarla sinir bilimcilerin çalışmalarına yer verilen bir makalede elle yazı yazmanın ne denli üstün olduğundan bahsediliyor. Kompozisyon yazmaları istenen öğrenci gruplarından, elle yazanların daha fazla fikir üretebildikleri görülüyor mesela. Sadece çocuklarda, gençlerde değil, yetişkinlerde de durum bu derken, Psikolog Paul Bloom, Ted Hughes’la farklı şeyler söylemiyor aslında: “El yazısıyla bir şeyler ortaya koymak neyin önemli olduğuna odaklanmamızı sağlıyor. Belki de daha iyi düşünmemizi sağlıyor.”
Çok daha yeni bir çalışmada da benzer bir son var. Bu çalışmayı yapan Profesör Audrey Van der Meer sonuç kısmında şu sözleri sarf ediyor:
“…elle yazı yazmak beynin duyusal motor kısmını daha fazla aktifleştiriyor. Yazı yazarken çıkan sesleri duymak, yazdığımızı görmek ve kalemin kâğıda yaptığı baskı beynimizdeki birçok duyuyu aktifleştiriyor…”
Daktilodan Twitter’a uzanırkenki yüzeysel geçişimde elbette çok eksik vardı. Mesela ortaokulda el yazısıyla çıkardığım gazeteden ne mutlu satırlarla bahsederdim asıl gayem o günleri anmak olsa. Ama bilerek atladığım bir tanesi var, biraz daha uzun konuşmak istediğim; mektup…
Mektupla ilişkimiz, okuma yazmayı öğrendiğim andan itibaren başladı desem sanırım abartmış olmam. Uzaklardaki kuzenime mektuplar yazardım sık sık, o küçücük boyumla. Sonra daha ortaokuldayken, abimin yatılı okula gidişi ile aramızda oluşan bin kilometre üzerindeki mesafeyi kapatanım olmuştu mektuplar. Yalnızca yaz tatillerinde görüşebildiğim memleket arkadaşlarımla da arayı mektuplar sayesinde açmazdık. Yine daha ortaokulda ilk kez İngilizce öğrenmeye başladığımdaki en büyük heyecanım da bana deniz aşırı bir mektup arkadaşı kazandırmasındaki gücüyle olmuştu. (Hatta biraz konu dışı ama annemin margarinlerinin kulakçıklarını kesip az mı PK bilmem kaç Teşvikiye/İstanbul adresine postaladım!)
Bugün kaçımız kendi adımıza bir mektup içeriğinden daha anlamlı, derin, duygulu bir içerik okuyabiliyoruz? Belki biraz da melankoli ile çok iddialı konuşacağım ama; tarih boyunca, bir insanı bir mektuptan daha çok etkileyecek her hangi bir başka yazı türü olabildiğini ve olabileceğini düşünmüyorum. Var olduğu sürece özenini, düzenini bu denli muhafaza edebilmiş başka bir mecra aynı şekilde… Milattan öncesi yıllarda da, bundan on yıl önce de sevgili hitabeti ile başlayıp, esenlikler dilenerek kapatılan yazına ait bu ritüelin bir benzeri var mı aklınıza gelen?
Bu nedenlerle olacak, Simon Garfield’ın Mektup — Yazışmanın Hayli İlginç Tarihi kitabının henüz başlarında karşılaştığım “Antik Yunandan beri hem maddi hem manevi refahımızın en önemli araçlarından biri olan şey son yirmi yıldır yok olmanın eşiğinde ve bir yirmi yıl daha geçtikten sonra, pul yalamak gelecek nesiller için yandan çarklı gemiler kadar çağdışı olacak.” satırları az sarsmamıştı beni. “E-posta dediğiniz bir dürtmedir, oysa mektup şefkatli bir dokunuş gibidir” sözlerine ben “hay yaşa” ile eşlik ederken, o devamını da getiriyordu; “e-posta duygudan yoksun olduğu için, yazmak istediğiniz her şeyi ruhsuzlaştırmak gibi bir özelliği vardır.”
Erasmus’un bir mektubun iyileştiremeyeceği hiçbir mevzu olmadığına inanışını okuduğumda da aklıma bazı mektuplarım gelmişti… Walden Gölü kıyısındaki izole hayatından dökülen felsefeden çok şey öğrendiğim Henry David Thoreau’nun mektup arkadaşından aldığı mektupları tekrar tekrar okumaktan sıkılmadığını söylemesine ise hiç şaşırmadım. Yalnızca bir kere okuduğum bir mektubumu hatırlamıyorum çünkü ben de. Ama tabii Thoreau’nun bu tekrar okumalarının altını dolduruşunu, buradaki felsefesini de bayıla bayıla okudum:
“Her seferinde başka bir önemli noktasının farkına varıyorum. Onları okudukça hala uyarıldığımı, bana talimat verildiğini hissediyorum. Her seferinde de bir öncekinden daha kuvvetli oluyor bu. Bu yüzden o mektupların hala gönderim aşamasında olduğunu söyleyebiliriz. Daha tamamen ulaşmadılar bana ve muhtemelen ölene kadar da ulaşmayacaklar.”
Biliyorum telaşımız çok, bir dakika oturacak vaktimiz yok! Sıra oturup mektup yazmaya, sonra onu zarfa koyarak kapamaya, postaneye gitmeye nasıl gelsin. Bırakın mektubu, e-postanın ölüme doğru yürüdüğü zamanlara geldik. Anlık mesajlaşma hemen her iletişimimize yetiyor. 24 saat içerisinde kendini yok edene doğru bir ortalama yaşam süresine yürüyen mesajlarımızla, kendimize ait bir geçmiş nasıl bırakacağız arkamızda onu bilmiyorum ama. Bir sandıkta, bir kitaplıkta, bir çekmecede bırakılmış bir duygumuz olmayacak. Havada uçuşan 1 ve 0’lar içerisinde ne kadar korunabilirse o kadar kalabilecek “şey”lerimiz var sadece.
Biliyorum telaşımız çok, bir dakika oturacak vaktimiz yok. Ama yine biliyorum ki, şimdi kalkıp bir mektup yazsan, onu zarfa koyup postaneye yürüyerek postalasan, o mektubun vardığı adreste büyük bir mutluluk yaşatacaksın. Hani bugün bir bildirim sesiyle yaşanılan mutluluktan bahsediliyor ya, bilen bilir; elle teslim alınan bildirimin vereceği mutluluk yanında esamesi okunmaz! Yersiz bir “ben yazmayı pek beceremem” ürkekliğin varsa da, bir kırtasiyede ya da sahafta bir kartpostal bulursun belki.
Katherine Mansfield, bir mektubunda arkadaşına şöyle yazmış; “Bu bir mektup değil, kısacık bir an için sana sarılan kollarım.” Sarılmalara hasret kaldığımız şu yılın bitimine mektupla veda etmek de az anlamlı olmaz sanki…
Sevgilerimle,
Yiğit
*Mektup -Yazışmanın Hayli İlginç Tarihi — Domingo Yayınları (Ted Hughes alıntıların tamamı da bu kitaptandır.)
**Ted Hughes’un, yazının kalemden kelime işlemcilerine geçişi ile yaptığı “kelimeleri kağıda aktarmak için kullanılan araçlar esnekleştikçe ve harici hale getirildikçe yazar da aklına gelen her fikri ya da fikir uzantısını yazabilir hale geliyor.” eleştirisini okuduğumda, yazının yayılmasındaki en önemli dönüm noktası olan matbaanın icadı ardından, 1500’lerde Hieronimo Squarciaffico’nun da kitap bolluğunun insanlığa yaramadığı kaygısı aklıma geldi. “Matbaa cahil insanların eline geçti, her şeyi yozlaştırdılar” diyordu o da. Keyifli bir başka yazı/düşünce konusu için güzel ikili olabileceklerini düşünerek burada da yan yana koymak istedim ikisini.
***“Kusura bakma, kısa yazacak vaktim yoktu” satırları genelde Mark Twain imzası ile paylaşılır. Ardından en çok ithaf edilen isim olarak Blaise Pascal’ı hatırlıyorum. Bu durum dışarıda da farklı değil ki anlaşılan, Simon Garfield bu tartışmaya da son vermeye çalışmış kitabında. Temcit pilavı gibi ikide bir karşımıza çıkan bu satırların, Blaise Pascal (1657), John Locke(1690), Wiliam Cowyer (1704) ve Benjamin Franklin (1750) gibi birçok ünlü ismin mektuplarında farklı şekillerde de olsa yer aldığını not ederken, “Çok affedersin, mektup biraz uzun oldu ama kısasını yazacak vakti bulamadım” şekliyle daha uzun ama ana fikre en yakın haliyle ilk rastlanılan mektubun İtalyan şair Francesco Petrarca(1304)’ya ait olduğunu söylüyor.