Hissikablelvuku

Yiğit Ahmet Kurt
5 min readFeb 23, 2025

Paul Klee — The Man Of Confusion
Paul Klee — The Man Of Confusion — 1939

Sürekli işler halde, onca karara ve yargıya varan düşünceler içindeki insanın iki ana düşünme biçimini en son Daniel Kahneman hızlı ve yavaş olarak çerçevelemiş ve içini oldukça da doldurmuştu. Sistem 1, yani otomatik ve hızlı işleyen biçim ile Sistem 2, yani çaba isteyen ve zihinsel işlem gereken yavaş biçim.

Kendi örnekleri üzerinden biraz daha hatırlarsak;

  • Bir nesnenin diğerinden daha uzakta olduğunu saptamak, ani bir sesin kaynağına yönelmek, “tencere yuvarlanmış…” cümlesini tamamlamak gibi etkinlikler Sistem 1’in etkinlikleri. Hayatta kalmamızı sağlayan tepkiler, onca günlük rutin davranışlar bu hızlı düşüncelerin elinde.
  • Şaşırtıcı bir sesi tanımlamak için belleğinizi taramak, dar bir yere park etmek, dikkati sirkteki palyaçolara odaklamak gibi etkinlikler de Sistem 2’ye ait olanlar. Analiz gerektiren ve dikkat isteyen davranışlar bu yavaş düşüncelerin elinde.

Kuşkusuz bir biriyle geçişken, bir birini besleyen sistemler. Özellikle gün içindeki karar sayımızı düşündüğümüzde zihnin oldukça ağırlıklı bir şekilde Sistem 1’in elinde olduğu açık ancak ona bu çevikliği öğreten tekrarlarımızın bir çoğu da vaktiyle dikkat kesilmelerimizden geliyor. Bazılarını atalarımızdan devraldığımız söylenir ama sonuçta bu da bir tecrübeler eseri değil midir?

Onca tekrarın yarattığı his; sezgi. Asıl üzerine konuşmak istediğim de bu.

Altıncı hissi kuvvetli, sezgileri müthiş dediğimiz kişilerin bu efsunlu halinin altını dolduran da en çok, tekrarlarının çokluğu aslında. Yıldız Patikaları ve Yabani İşaretler adlı kitabında Tristan Gooley, bir balıkçıdan bahseder. Alabalığın tam olarak hangi noktadan çıkacağını tahmin edebilse de bunu nasıl anlayabildiğini açıklaması istendiğinde zorlanacağını söyler. Zihnimiz bazen bize bile hissettirmeden öğrenir, net bir cevabımız yoktur ama bu cevabın olmamasından değildir. Örneğin Tristan Gooley’in balıkçısından devam edersek; “Düşününce, bu balıkçı bir bulutun güneşi kapattığını, gözleriyle ve zihniyle işbirliği içinde algıladığını fark eder. Güneş ışığından mahrum kalan sivrisinekler gökyüzünden süzülür ve alabalık onları avlayabilmek için yüzeye çıkar. Ancak balıkçının hissettiği şey, alabalığın yüzeye çıkacağıdır.

Yoğun pratikte bilginin hissiyata dönüşmesi olarak özetlediği bu süreci, kendi hayatınızdaki tekrarlarınız için düşündüğünüzde benzer hikayelerinizin olduğunu keşfedebilirsiniz. Katilin orada olacağını nasıl bildin sorusuna sadece hissettim cevabını veren dedektifte, ya da o harika tatlının tarifi ne kadar ölçek ölçek verilse de başka ellerdeki işlevsizliğinde veya sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir diyen Özdemir Erdoğan’ın açıklayamadığı nedenlerin altında, zihnimizin kıvrımlarına tutunmuş, o an açıklayamadığımız ama aslında altı dolu dolu gerekçelerimiz vardır. Ama sadece “öyle hissettim” deriz…

Günlük rutinlerimizi yöneten, yüksek ve ani bir gürültü duyduğumuzda bizi harekete geçiren koruyucu halleri gibi varlığı, vazgeçilmez bütünlerimiz; bizi hayatta tutan, bir organımız gibi var olan hali. Ama daha genele baktığımızda; planlı kararlarımızda, ölçüp biçmeye çalıştığımız, zihnimizi bilinçli çalıştırdığımız düşüncelerde de sonsuz bir güven duymalı mıyız o sezgiye?

Eskici Dükkanı adlı kitabında Veronica O’Keane, Endel Tulving’in nörogörüntüleme deneylerinden oluşan bir bilimsel çalışmasından bahseder ve çalışmanın geçmiş hakkında düşünürken de, geleceği planlarken de beynimizde aynı devrelerin aydınlandığını gösterdiğini ifade eder ve biraz daha açar: “Yalnızca hafızaya işlenen deneyime göre hayal kurabilir ya da tahmin yürütebiliriz. Hafıza yalnızca geçmişin bir kaydı değildir, aynı zamanda hayal edilen gelecek için de şablon sunar.

Ve bilim bilim anlatmaya devam ederken bir anda şöyle bir şey der: “…insan kendi anılarından oluşan bir kurgudur.” Ve kitabı bir kenara bıraktırıp, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın; “hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız” sözüyle el ele tutuşarak uzun uzun düşünmelere gark eder beni.

Onca deneyim, yaşanmışlık, anılar… Hepsinin öğretisi, zihnimizde yer edişi süregiden hayatımızı şekillendiriyor, sezgi olarak beslenip her bir sonraki adımımızda kaynak oluyor. Ama her birimizin ne kadar benzer olursa olsun en nihayetinde hayatımızın biricikliği, her bir kararımızın keza kendi içindeki biricikliği, bu geçmişten toplayageldiğimiz öğretileri ne kadar kusursuz kılabilir? Bırakın kusursuzu, doğru mu öğrenerek geldik çoğunu? Veya seçimde vazgeçtiğimiz yolun daha keyifli olmadığından emin olabilir miyiz?

Melih Cevdet Anday’ın İsa’sı, güncesinde önsezi üzerine düşünürken şöyle dökülür;

“…Önsezilerine dayanarak tedbirli davrandıklarını söyleyenler gerçekte bizi aldatıyorlar. Onların önsezi dedikleri, birtakım bilgiler toplamıdır, bunu ya bize söylemezler (daha ilginç olmak için) ya da bilmezler kendileri de. İkisinde de “önsezi” teriminin anlamı yiter gider. Eğer “önsezi”, bilgilerimizi ayıklayamamaktan, gereğince değerlendirememekten doğan aldatıcı bir gizse, gitgide akıllandıkları ölçüde insanlar ileride bu çeşit bir güçten hiç söz etmeyeceklerdir, çünkü bir gün sonrasını kesinkes bileceklerdir. Öyleyse biz neden kendimizi aldatıyoruz?”

Ve devamında kendisinin önsezi inancından bahseder. Önseziye inandığını ve hatta bunun yalnızca insanlara değil, bütün canlılara hatta bütün varlıklara özgü olduğunu söyler ama bunun önbilgilerimizin bir ürünü olmadığını, doğanın işe yaramayan bir ürperişi olduğunu söyler; yaşam kadar eski olan, yaşamın doğuşunda var olan bir ürperiş.

Sezginin bir ürperiş oluşu ifadesini çok sevmiştim. Belki de demek istediği bahsettiğim biricikliğin bu sezgiyi yetersiz kılışı; içimizde birikmiş bir şeyler var ve devam eden hayattaki yol seçimlerinde içimizde ürpererek beliriyor. Daha temkinli yolu, daha güvenli olanı ama belki daha heyecansız olana yöneltiyor. Hatta belki daha doğru yolu engelliyor. Sonucu ne olursa olsun ardında sonuçlarını asla bilemeyeceğimiz alternatifler bırakıyor.

Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafiliği’ndeki Tomas’ı da aşağıdaki düşünceleri içerisinde hayatın biricikliği ve haliyle sezginin asla bizi net bir doğruya götüremeyeceğini ifade ediyor bence;

“…insan hayatı ancak bir defa yaşanır ve kararlarımızın hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğunu kestiremememizin nedeni, verili bir durumda ancak bir tek karar verebilecek olmamızdır; ikinci, üçüncü ya da dördüncü bir yaşamımız yok ki çeşitli kararlarımızı birbirleriyle karşılaştıralım.”

Biraz edebiyata da sırtımı yaslayarak dökülmek istediğim buydu; sezginin, önsezinin gücü elbet yadsınamaz ama onu besleyenin de biz olduğunu unutmadan her bir devreye girişinde ona bir mesafe de koymak. Ve aslında bu şüphecilik, yine onu daha iyi beslememizi de sağlayacak. Yalnızca hafızaya işleyen deneyime göre hayal kurarız gerçeğini yineleyeyim. Haliyle sezgilerimiz de hafımıza işleyen deneyimler kadar güçlü. Varlığı olmazsa olmaz ama kusursuz değil ve asla da o kusursuz hale erişemeyecek.

O zaman en iyi yol, elimizden geldiğince beslemek onu. Çalıştığını her an duyumsamadığımız kalp gibi bir yaşam kaynağımız belli ki çünkü. Onu beslemek bizi büyütecek kuşkusuz. Mesela kendimize ve çevremize olan hoşgörüyü artıracağı kesin en azından ve sadece bu bile ne büyük erek!

Onu beslemek demişken yine aklıma ilk gelen liman, edebiyat. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, George R.R. Martin’in Ejderhaların Dansı’nda geçtiği gibi; “Okuyan biri ölmeden önce binlerce hayat yaşayabilir… Okumayan biri tek bir hayat yaşar.” Sayfalara sığınmış onca hayat, zihnimizi ne güzel besler; kendi biricik hayatımızda karşılaşmadığımız onca farklı ben kazır zihne. Mesela, okuduklarım aklımda kalmıyor kaygısı vardır ya hani, konumuzun ruhuyla nasıl güzel eşleşir. Sen hatırlayıp dile dökemezsin belki ama zihnin kıvrımlarına tutunur her birinde bi’şeyler ve aklı geçtim, hale tavra dahi işler. Kelimeler, cümleler erir, kana karışır. Dilde bir zarafet, halde bir nezaket, fikirde hoşgörü belki; hangisindendi, ne zamandı hatırlamazsın ama o tutunduğu kıvrımlardan sana işlemesini bilir.

Yine sanat keza, farklı zihinlerin keşfi için ne güzel memlekettir. Sadece insanın elinden, zihninden çıkan değil tabii; kuşundan ağacına, yağmurundan güneşine, denizinden dağına, doğa da ne güzel besler…

İnsan dünyaya fırlatılmıştır der ya Heidegger; insan, dünyada olmayı kendi seçmez, kendisini bulunduğu şartların içinde bulur der. Kendisini bulmak zorundadır, kendisini anlamlandırması… Var olduğu sürece hep bir henüz olmamışlık halinde olacağını da kabul eder. İşte o olmamışlıkla hiç bitmeyecek olan savaşın insan için temel besini okumaktır yani, okumak; kitabı, sanatı, doğası, diğer insanlarıyla tüm hayatı okumak, okuyarak yaşamak.

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

Yiğit Ahmet Kurt
Yiğit Ahmet Kurt

No responses yet

Write a response