Hakikatli Bir Şövalye; Don Quijote!

Yiğit Ahmet Kurt
13 min readApr 11, 2022

--

Gustave Dore’den Don Quijote ve Sanco Panza https://sc.wikipedia.org/wiki/Don_Quijote_de_la_Mancha

“Kitleler asla gerçeğin peşinden koşmaz. Aldatılmak ister ve aldatılmadan yapamazlar. Gerçek olmayanı gerçeklerin üstünde tutar ve gerçeklerden çok gerçek olmayanın etkisinde kalırlar. Bunlar arasında ayrım yapamazlar.”

Bu sözler, 2016 yılında, yılın kelimesi olarak ilan edilen “post-truth” lansmanında Oxford yetkilisinin ağızından dökülen sözlerdir desem sanırım hiç sırıtmazdı. Oysa bu sözler 1936 yılında ölmüş olan Sigmund Freud’a ait. Esasen Sigmund Freud da bu “gerçeklik” için çok genç. “İnsanlar kandırılmak isterler, o halde bırakın kandırılsınlar” anlamına gelen “Populus vult decipi, ergo decipiatur” Latince deyişi de çok farklı bir şeyi işaret etmiyor. Ya da doğru söyleyeni dokuz köyden kovmaya başlayan atalarımız, kim bilir kaç kuşak geriden geliyor.

Yalanın insan ile yaşıt olduğunu kanıtlamak için tarihin her hangi bir dönemine bakmak yeterli kuşkusuz. Çok kollu halinden biri olan post-truth da ondan çok genç değil; onun da hemen her dönemde izi var. 2016 yılında yılın kelimesi seçilmesi geç kalınmış bir onurlandırma olarak kabul edilebilir. Zirve yaptığı dönem olarak bakacak olursak ise bir zamanlama başarısı olarak da görebiliriz. Üzerine çok konuşuldu, konuşuluyor ve konuşulmaya devam edecek kuşkusuz ama Yenal Bilgici’nin “Memlekette Tuhaf Zamanlar” adlı kitabındaki şu satırlar durumu oldukça derli toplu sunuyor:

“…Bu iş bugüne özgü değil. Doğruyu söylemek insanlığın hep zayıf tarafı oldu. Tarih, yalanlarla dolu; iyi söylenmiş, iyi korunmuş yalanlarla… Dil dahi yalanlarla evrildi. Bugüne özgü olan, hacim ve hız. Bir de her şeyi bastıran o uğultu.”

“2020 itibariyle, son iki yılda dünyada bugüne dek üretilen tüm verilerin yüzde doksanının üretildiğini biliyorduk.” verisi de Bilgici’nin bu satırlarının devamında gelirken, bir önceki ABD seçimlerindeki Qanon isimli komplo teoricilerinin etkisini “…bu çağda insanlar hem daha hızlı, hem daha rahat bir araya geliyor. Daha kolay örgütleniyor.” diye açıklıyor. Sadece bunları alt alta koymak, sanırım post-truth’un bugünkü ihtişamını açıklamak için yeterli oluyor.

Ben bu derya içerisindeki küçük bir damlayla, macerasına eşlik etmekten büyük keyif aldığım Don Quijote ile devam etmek istiyorum; 1500–1600’lere uzanarak, birçokları için modern romanın ilk örneği olan Don Quijote ile… Binin üzerinde sayfaya yayılmış bu hikayenin ana damarlarından biri olduğunu düşünüyorum çünkü. Önce bu post-truth gerçeğinin farklı bir boyutunu da içeren kendini de hakikat ötesine taşımak kısmıyla; sonrasında da en güçlü şekilde Stoacılarla ikna olmaya başladığım insan sabiti üzerinden…

Ve bunun için de aslında Don Quijote’den önce Cervantes’den başlamalı. Çünkü daha giriş kısmında -önsözde- Cervantes aslında kitabı yayınlamaktan vazgeçmesinden bahsediyor. Buradaki gerekçesi özetle; süslü alıntıları, cümleleri olmaması… Ama bundan da daha uzun bahsetmeli.

Kitabını tamamlamış, önsöz yazmaya oturduğunda “…en çok şu anda okumakta olduğun öndeyişi yazarken zorlandığımı söyleyebilirim” diyerek seslenir okura Cervantes. Önsözün başında oturmuş düşüncelere dalmış haldeyken pek esprili ve zeki diye nitelediği bir dostunun çıkageldiğinden bahseder. Bir türlü yazamadığı önsözü ve bunun nedenleri yüzünden kitabı yayınlamaktan vazgeçmek üzere olduğunu söyler ona. Don Quijote’nin, La Mancha arşivlerinde saklı kalmasına karar verdim demeden önce de bu düşüncelerinin kaynağına iner:

“…Ne kenar notları var, ne de kitap sonu açıklamaları; oysaki diğer kitaplarda görüyorum, ne kadar uydurma ve beceriksizce yazılmış da olsalar, her yanları Aristoteles’in, Platon’un ve dahi başka filozofların cümleleriyle dolu; okurları kendine hayran bırakıyor, yazarlarını bilgili, kültürlü, beliğ adamlar gibi gösteriyorlar. Bir de Kitabı Mukaddes’ten alıntı yapmıyorlar mı! …Bir satırda dalgın bir aşığı tasvir ederken bir sonrakinde küçük bir Hristiyan vaazı çekiveriyorlar ki dinlemesi de okuması da adeta bir zevk, mutluluk. Benim kitabım ise bunlardan mahrum kalmak zorunda, çünkü ne kenar notlarına koyacak bir şeyim var, ne kitap sonuna; hele kitapta hangi yazarlardan yararlandığımı hiç bilmiyorum. …Ayrıca benim kitabım, giriş kısmına konan sonelerden de mahrum kalacak ya da en azından düklerin, markilerin, kontların, piskoposların, ünlü hanımefendilerin veya şairlerin yazdığı soneler olmayacak…”

“Bu dediklerimi duyan dostum alnına bir şaplak indirip bir de kahkaha patlattıktan sonra bana şunları söyledi” diyerek sözü arkadaşına verir. “Böyle ehemmiyetsiz, kolaylıkla düzeltilebilecek meseleler nasıl oluyor da sizin gibi olgun, çok daha büyük zorlukların üstesinden gelebilecek bir dehayı kaygılandırıp efkara gark eyleyebiliyor” şaşkınlığını paylaşan arkadaşı da ona bu dertlerinden kurtulmanın basit yollarını gösterir:

“…Kitabın başına koymak için elinizde bulunmayan, önemli ve nam sahibi kimselere ait soneler, epigramlar ve methiyeler hususundaki ilk sorununuzu biraz çaba gösterip bunları kendiniz yazarak çözebilirsiniz. Ondan sonra vaftiz eder, istediğiniz ismi verirsiniz. İster Habeşistan Kralı Rahip Yohannes’indir deyin, ister Trabzon İmparatoru’nun; bunların meşhur şairler olduğuna dair rivayetler bulunduğunu biliyorum. Hem öyle olmasalar kaç yazar; eğer bir takım diplomalı ukalalar arkanızdan konuşup işin aslının öyle olmadığını fısıldasalar bile, sizin yine de bunlara metelik vermemeniz gerekir, zira bu yalanı ortaya çıkarsalar da bu sözleri yazdığınız eli kesecek değiller. Hikayenize eklediğiniz cümle ve deyişleri hangi kitaplardan ve yazarlardan edindiğinizi kenar notlarında alıntılamak meselesine gelince; bunun için kolaylıkla bulunabilecek, ezbere bildiğiniz birkaç kalıp cümle ya da Latince laf yerleştirseniz yeter. Mesela hürriyetten ve esaretten bahsedeceğiniz zaman şöyle bir şey konabilir:

Non bene pro toto libertas venditur auro. / Hürriyetin bedelini ödeyecek altın bulunmaz.

Sonra da bir kenar notu ekleyip alıntıyı Horatius’a ya da artık kim söylemişse ona atfedersiniz.”

Bu kadarını paylaşmak yeterli ama arkadaşının diğer dertleri için de benzer “gerçeklik” altında tavsiyelerine devam ettiğini de söyleyeyim. Ama devamında bunların bir ironi olduğunu görürüz önsözde. Cervantes’i dertlerinden uzaklaştırıp kitabı arşive saklaması gerekmediği huzurunu veren cümlelerini, bu ironileri ardından sıralar yine arkadaşı; “bu kitabın o eksiği olduğunu söylediğiniz şeylerin hiçbirine ihtiyacı yok” der. Uzatmamak adına yinelemeyeyim ama aynı örnekler üzerinden anlatır bu gereksizliği ve önsözün sonlarında “…La Manchalı meşhur Don Quijote’nin hikayesini böyle yalın, böyle dürüst bir şekilde okuyabilmenin huzurunu yaşayacaksın” diye seslenir okura Cervantes.

Aslında daha önsözde kitap bize bir post-truth hicvini, değişmez insan hallerini muştular.

Çok kitap okumaktan farklı bir gerçekliğe geçen bir adamın hikayesi… Carlos Fuentas’ın “okumadan gelir ve okumaya döner” dediği kişidir Don Quijote. Şövalye kitapları onu bu gerçek-ötesine taşıyan olsa da, sık sık görüldüğü üzere yalayıp yutmadığı kitap yokmuşçasına hemen her konuda bilge denilebilecek bir donanımda olduğu serüveninin her anında görülür. Deli mi, akıllı mı olduğu ikilemi, başta sadık yaveri Sancho Panza olmak üzere, onunla tanışan herkesin aklını kurcalar. Ama yeni hakikatine sarılıp yola çıktığı ne ilk seferde, ne kısa süreli evine dönüp tekrar yoluna koyulduğunda, ne de yoldayken önüne çıkıp denemelerinde kimse onu bu kendi hakikatinden çıkarmayı başaramıyor. Yaveri, ailesi, arkadaşları, serüvenlerinde karşılaştığı insanlar; hiç biri… Bu yeni hakikatinde en büyük destekçisi, yaveri (silahtarı) Sanco Panza. Efendisi Don Quijote’ye her zaman sadık. Ama onun bu hakikate tutunuşunun, Don Quijote’nin ona verdiği krallık veya valilik vaadi ile beslenmesi, kitap boyunca da en eğlenceli sahneleri doğuran bir zayıflığın eseri. Don Quijote’nin dev sanarak saldırdığı yel değirmenlerinin değirmen olduğunu görüyor ve dahi uyarıyor da ama aklından hiç çıkmayan valilik, zenginlik hayali bu çılgın yolculuğu bırakıp geri dönmesine engel oluyor. Düşman ordusu zannederek saldırdığı sürünün de koyun sürüsü olduğundan emin olduğu ve uyardığı gibi; bahtlarına sonuçlanan serüvenleri zaman zaman onun aklını da karıştırsa, hemen hep aynı senaryo ile, ama hiç vazgeçmeden yanında oluyor Panza. “Sağlam bina sağlam temel üzerine kurulur, dünyanın en sağlam temeli de paradır para” diyen Sancho Panza.

Dük ve düşeşin Don Quijote ve Sanco Panza’yı günlerce, hatta haftalarca krallar gibi ağırlaması veya… Hakikat ötesinde yaşayan bu ikilinin dilden dile yayılan maceralarındaki eğlenceye yakından, direkt olarak tanık olma istemeleri, onları da bu hallerin içerisine sokuyor. Eğlendikçe oyunları büyütüyor ama asla bu yaratıcı asilzade şövalye ve silahtarına saygıda da, hizmette de kusur etmiyorlar. Aslında Sanco Panza gibi, onlar da menfaatleri doğrultusunda bu hakikate tutunuyorlar. Kitapta, “…zira hiçbir gerçeklik onlara bundan daha fazla keyif veremezdi” sözleri, dük ve düşeşin esaslı bir kandırmacadan yine mutlulukla ayrılmaları, ama yine kandırmacayı devam ettirmek üzere şatolarına geri döndükleri bir maceranın sonunda dökülüyor.

Bir şair iddiasında olan Don Lorenzo isimli genç, Don Quijote’nin akıllı mı deli mi olduğu ikilemi yaşayanlardan ama deli olduğuna daha çok inananlardan. Ancak okuduğu şiirleri dinleyen Don Quijote ona öyle iltifatlarda bulunuyor ki “…böyle iltifatlara boğulduğunu görmesinin gururunu okşadığını söylemeye gerek var mı ki?” diye soruyor anlatıcı. Devamına da ekliyor: “Ey, dalkavukluğun gücü, sen nelere kadirsin, o hoş hakimiyetinin sınırları nerelere kadar uzanıyor!”

Gustave Dore’den bir Don Quijote daha.

Dediğim gibi, aslında oldukça bilge birisi Don Quijote; delirmiş bir bilge… “Dünyadaki bütün doktorlar, en iyi yazarlar gelse yine onun deliliğinin sırrına eremezler: karışık bir deli, araya giren bir sürü akıllı anı var.” Bunu bir ara kendisi de itiraf ediyor aslında. Gayesi uğruna bu delirmeye gönüllü olduğunun izine birçok yerde rastlanıyor ama bir yerde doğrudan söylüyor: Şato zannettiği handaki ikinci ziyaretinde, bir maceraları sırasında el koydukları, aslında berber tası olan ama Don Quijote tarafından miğfer olarak kabul edilen tasın sahibi onlarla handa karşılaşıyor. Haliyle berber, tasını almak istiyor ancak Don Quijote kafasına da takıp birçok serüvene katıldığı o tasın miğfer olduğundan emin. Handaki diğer konukların da onun bu hallerinden aldıkları keyif nedeniyle, bu eğlenceyi bozmaya niyetleri olmadığından, onlar da Don Quijote’nin yanındalar; onun miğfer olduğuna katılıyorlar. Alaya alınan berber kafayı yiyor; “bunca aklı başında insanın buna tas değil de miğfer demesi nasıl mümkün olabilir?” diye yakınırken, “madem bu tas miğfer, o zaman bu semerin de tıpkı bu beyefendinin dediği gibi at koşumu olması lazım” diyerek kendince bu absürt ortamdan aklı selim çıkabilmeye çabalıyor. Handaki misafirlerden rahip hemen atılıyor; “semer mi at koşumumu olduğunu ancak Don Quijote beyefendi söyleyebilir. Zira burada o varken şövalyelik konularında benim ve buradaki diğer beylerin hepsinin boynu kıldan incedir.” Miğfer mi tas mı konusunda cevabımı zaten verdim diyen Don Quijote, “fakat şuradakinin semer mi, at koşumu mu olduğu konusunda kesin bir yargıya varma cüretinde bulunamıyor, onu zatıalilerinizin mantığına bırakıyorum” diyerek “aklınız mantığınız özgür olduğundan, bu şatoda meydana gelen olayları bana gözüktükleri biçimde değil, gerçekte oldukları gibi değerlendirebilirsiniz.” itirafında bulunuyor. Aslında burada kendi akıl ve mantığının özgür olmamasını, kendisine büyü yapıldığına inanması nedeniyle söylüyor fakat bu kendini taşıdığı hakikatinin farkındalığının da bir göstergesi. Çoğu zaman başarmakla birlikte bilgeliği ile örtemediği delilik anlarında kendisine büyü yapıldığı savına geçmesi de aslında, hakikat-ötesi üzerine yine çok güzel anlamlar taşıyor.

Üzerine sayfalarca örnekleriyle devam edebilirim bu halin ama bu delirme gayesi ve devamında değişmez insan halleriyle devam edeyim..

Kitabın henüz başlarında denilebilecek bir yolculukları sırasında keçi çobanları ile yemeğe oturmaları ardından eline bir meşe palamudu alıp, gözlerini bunlara dikerek dökülmeye başlar Don Quijote:

“Eskilerin altın adını verdiği dönemler, ne mutlu bir çağ ne mutlu zamanmış! Sebebi ise bizim bu demir çağında bunca değerli görülen altının o zamanlar hiç zahmet etmeksizin kolayca bulunabilmesi değil, o çağda yaşayanların benim-senin ayrımını bilmemeleridir. O kutsal çağda her şey müşterekti; insanın karnını doyurmak için her yerde bolca bulunan, tatlı ve lezzetli meyvelerini cömertçe sunan o güçlü meşe ağaçlarına uzanması yeterliydi… / …O zamanlar her yerde huzur, barış, dostluk hakimdi. Eğri sabanın ağır demiri tabiat anamızın merhametli bağrını ne deşmeye ne de buralara adım atmaya cesaret edebilmişti henüz… / …İşte o zamanlar saf ve güzel çoban kızları, açık saçlarında örgüler ve üzerlerinde yalnızca iffetliliğin gerektirdiği yerlerini örten kıyafetlerle, bir vadiden diğerine, bir tepeden diğerine gezerlerdi. / …O zamanlar, ruhun sevdalı düşünce ve duyguları sade ve yalındı; nasıl hissedilirse öyleydi, üzerine süslü ve ağdalı sözcükler eklemeye ihtiyaç duyulmazdı. Dolandırıcılık, yalancılık ve kötülük henüz hakikatin ve doğruluğun içine sızmış değildi. / …zaman geçtikçe ve kötülük artmaya devam ettikçe genç kızları savunmak, dulları korumak ve yetimlerle muhtaçlara yardım etmek amacıyla gezgin şövalyelik yoldaşlığı ortaya çıkmıştır. İşte bende bu yoldaşlığa bağlıyım, sevgili çoban kardeşlerim.”

En az dört yüz yıldır asıl kahrı çekenlerin kadınlar ve çocuklar olduğunu değiştirememiş olmamız da ayrı bir sabit olarak üstüne durulası olsa da, Don Quijote’nin gayesini “başkalarına yardım etmek” olarak tam bir eksene oturtmalı. Yine kendisini bir takdiminde “…bütün dünyayı dolaşıp yanlışlıkları düzeltmek, eğriyi doğru yapmak benim görevimdir” diye doğrudan gayesinden bahseden de o. Yani, iki bin yıl önce, varlık sebebimizi başkalarına yardım etmek olarak gören Marcus Aurelius gibi görür. Ya da bu dünyayı o ihtişamlı anime dünyasıyla resmeden Hayao Miyazaki gibi görür; “yardım etmek için buradayız; ihtiyacı olduğu sürece herkese…” gayesine sahip Miyazaki gibi. Felsefeden tasavvufa, tarihteki düşünceler arasında gezindikçe daha belki nice isimde, fikirde karşımıza çıkacağı bir sabitle görür…

Eski Mısır’dan; dört bin yıl öteden… Kaan H. Ökten aracılığıyla: https://twitter.com/Kaan_H_Okten/status/1431274993606873088/photo/1

Dönemin kitapları ve sahnelenen tiyatroları üzerine bir sohbette, şöyle bir gerçek üzerinde hem fikir olur Don Quijote ve katedral rahibi:

“…kitaplar arasında son zamanlarda revaçta bulunanların hepsi ya da birçoğu, hiç manası olmayan bilindik saçmalıklardan ibaret bir tarih olsa bile, buna rağmen kalabalık güruhlar bunları zevkle dinliyor, güzel olmaktan fersah fersah uzak da olsalar yine beğenip onaylıyorlarsa, bu hikayeleri yazan yazarlar ve oynayan aktörler ise sırf kalabalıklar böyle istiyor diye bu eserlerin güzel olmak zorunda olduğunu söylüyorsa, eserlerini sanatın kurallarına göre hareket edip belli bir tasarıyı takip ederek oluşturan yazarlar ancak anlayışı kuvvetli üç beş kişiyi memnun edebiliyor, geri kalanlar bu eserlerin inceliğini anlayamıyorsa ve birkaç kişinin övgüsünü almaktansa çoğunluk sayesinde ekmeğini kazanmak bu yazarlar için daha iyi bir seçenekse, bu durumda benim gece gündüz o kadar dirsek çürütüp yazdığım kitaplarımın akıbeti de böyle olur, benimse bütün emeklerim kül olur gider.”

Gutenberg’in yazı baskısını buluşu daha yüz yılını doldurmadan dökülen bu satırlar ne harika! Ama elbette henüz 1500’lerin başında, yani on küsur yıl sonra, yazının yayılmasına meraklı kişilerden olan ve noktalı virgülün mucidi unvanına sahip Aldus Manutius’la birlikte çalışan Hieronimo Squarciafico’nun “Matbaa cahil insanların eline geçti, her şeyi yozlaştırdılar” kaygısı kadar değil!

Don Quijote ve rahibin bu söylenmelerinin devamında, “…sorun saçmalıktan başka bir şey talep etmeyen yığınlarda değil, başka bir şey temsil etmesini bilmeyendedir” diye ekler Don Quijote. Ardından tiyatrodaki benzer haller üzerine konuşurlar ve “…ancak bunun suçlusu bu eserleri yazan şairler de değildir; zira bunlar arasında nerede hata yaptıklarının ve aslında ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilenler de yer almaktadır. Fakat tiyatro eserleri alıcı bulabilen ticari ürünler haline geldiğinden, eserleri temsil edenlerin bu özelliğe sahip olmayanların satın almayacağını söylerler ve haklıdırlar da. Dolayısıyla şair, eserini satın alacak olan temsilcinin kendisinden istediklerine uygun davranmaya çalışır.” teşhisini de koyar.

Bize Göre kapağı altında derlenen denemelerinden “Bir Teşhis” başlıklı olanında da Ahmet Haşim 1900’lerde şöyle seslenir:

“Beş altı seneden beri edebiyatımızın gösterdiği çıplaklık manzarası bütün fikir adamlarını düşündürse yeri var. Okuyup yazmanın halk arasında yayılması ve bundan dolayı okuyucu sayısının çoğalması nispetinde yazı hünerine arız oran bu soysuzlaşmanın anlaşılmaz sebepleri hakkında hayli şeyler söylendi. Felce uğrayan maalesef yalnız edebiyatımız değildir. Bir bitkinlik rengi, gizli bir hastalığın sarılığı gibi, ruh ve hayalin bütün bahçelerinde yayılmakta ve bütün yaprakları, yer yer soldurup kurutmaktadır.”

Bu “Bir Teşhis”inin son cümlesi de şöyledir: “Aksülameller, hiddetler, kinler ve gayzların durduğu bir fikir alemi içinde, artık yeni hiçbir eserin ortaya çıkmadığından zerre kadar şüphemiz olmamalıdır.”

Ahmet Haşim’in kitabın daha henüz başlangıç kısmındaki “gazetecilik, ticaret mahiyetini aldıktan sonra, kendisine “müşteri” ismi verilmesi daha doğru olan okuyucunun hoşuna gitmek gayretiyle gazeteler, yavaş yavaş sütunlarından “fikir” in bütün şekillerini süpürüp attılar” sözlerindeki gazeteyi daha geniş bir yazın olarak ele aldığımızda da Don Quijote’de gördüğümüz o sabite uzanmak işten bile değil. Bu sabit üzerine günümüzden bir örnek vermeye ise hiç gerek duymuyorum elbet!

Fakat günümüzün “araştırmanı öneririm” dönüşümüne uğramış o ihtişamlı kibrinin Don Quijote satırları arasındaki haline yer vermeden geçmek istemem: “Dehalarıyla ünlü adamlar, büyük şairler, seçkin tarihçiler her zaman ya da genellikle, başkalarının eserlerini eleştirmeye meraklı, bunu özel bir eğlenceye dönüştürmüş, fakat kendileri dünyaya hiçbir eser katmamış kimselerin hasetine maruz kalırlar.”

“İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar” sözünde ya da Picasso’nun, İkinci Dünya Savaşından sonra bir mağara turuna çıkması ardından, “On iki bin yıl boyunca yeni hiçbir şey öğrenmemişiz” dediği iddiasındaki sabite de bakıp, insan sabitinin yalnız ahlaki ya da düşünce ekseninde sıkışıp kalmadığını da söylemek adına şu son Don Quijote alıntısı ile toparlayayım artık.

“…hangi ressam, sanatında ün kazanmak isterse, bildiği bütün büyük ressamların özgün eserlerini taklit etmeye çalışır. İşte bu kural, ülkeleri güzelleştirmek amacıyla yapılan bütün ehemmiyetli işler ve meslekler için geçerlidir. Sağduyulu ve sabırlı biri olarak ün yapmak isteyen biri Odyssesia’yı taklit eder. Homeros, onun kişiliği ve yaptığı işlerde bize sağduyu ve sabrın canlı bir yüzünü resmeder.”

İnsan sabiti üzerine biraz takıntılı görünüyorum belki. Belki çok net bir durum olsa da, bu netliği nedeniyle farkında olmaksızın yaşadığımız için sık sık hatırlama isteği… “Denk geldiğimiz çağa bak” yakınmalarının yersizliğini; hep böyleydi ve hep de böyle olacak gerçeğini unutmama isteği. (Hatta soyuttan somuta yol aldığında, günden güne hep daha iyi bir dünyaya gittiğimiz iyimserliğini de unutmadan.) Onca dert/tasa içerisinde yaşamayı bir nebze de olsa kolaylaştırdığı, gündelik meselelerden uzaklaşıp daha anlamlı arayışlara da yer vermeyi sağladığı için… Elbette o dertlerin göz ardı edilmesi, üstesinden gelinmek için uğraşılmaması gerektiğinden bahsetmiyorum; bu sabiti bilmenin / unutmamanın bilakis o mücadeleye de iyi gelmesinden bahsediyorum.

Başta da dediğim gibi en çok Stoacılarla, hatta Seneca’nın Ahlak Mektupları ile iyice ikna olmaya başladığım bu sabitin kurgu içerisindeki rastlaşmalarımı da ayrı seviyorum. Don Quijote’de yaşadığım bu keyfin çok benzerini Gulliver’in Gezileri’nde de yaşamıştım. Seneca’nın mektuplarındaki aydınlanmaların benzerini de mesela Montaigne’in Denemeler’inde. Bunların her birinin yüzlerce yıldır eskimeyen anlatılar olması da, bir nevi kendini gerçekleştiren kehanet olsa gerek…

Kaynaklar ve Dahi Okuma Önerileri:

- La Manchalı Yaratıcı Asilzade Don Quijoye — Miguel de Cervantes Saavedra — Alfa Yayınları — Ekim 2021 — Çeviri: Banu Karakaş (Burada kitabı Alfa Yayınları’nın Ekim 2021’deki baskısıyla okuduğumu ayrıca vurgulamak istedim. Gerek Gustave Dore illüstrasyonlarıyla kurgunun zihindeki canlanmaları tetikleyiciliği, gerek İspanyolca aslından çeviren Banu Karakaş’ın harika işçiliği ile naçizane beğenimi paylaşmak isterim. Ayrıca bahsettiğim bu küçük öğretileri/felsefesi dışında onca başkaları bir yana harika mizahını da anmamış olmayayım. Çocukluğunuzda yel değirmeni ile savaşan hallerinden aldığınız keyfin belki de çok daha fazlasını almanız kuvvetle muhtemel. Okumama, tebessümümün bu kadar sık eşlik ettiği başka bir kitap aklıma gelmiyor şu an. Ve uzun yıllardır Don Quijote’nin bu tam metnini okuma isteğimin fitilini ateşleyen şeyin de Alfa Yayınlarının bu baskısının arka kapağındaki Yaşar Kemal’in Abidin Dino hatırası olduğunu da belirteyim. Onu da yazmayayım ama bakın mutlaka.)

- Memlekette Tuhaf Zamanlar — Yenal Bilgici — Doğan Kitap — Ocak 2022

- Bize Göre — Ahmet Haşim — Beyan Yayınları — Ocak 2015

- Marcus Aurelius Olmak — Ömer Ceran https://www.cevapisareti.com/marcus-aurelius-olmak/

- Miyazaki’nin Anlamı — Ömer Ceran https://www.cevapisareti.com/miyazaki-anlami/?utm_campaign=shareaholic&utm_medium=twitter&utm_source=socialnetwork

BONUS:

Eğer buraya kadar geldiysen, çok içten teşekkürler öncelikle. Ve buraya kadar geldiysen, beğendiğini / keyif aldığını da varsayarak son bir şey bırakayım. Sanco Panza’nın o kısa süreli valilik görevinde çözmek durumunda kaldığı, tramvay ikilemi tadındaki davayı; bir zihin, ahlak egzersizi olarak düşüncelerine teslim edeyim:

“…davacının talebi şöyleydi:

Efendim, bir senyorluğun topraklarını ikiye bölen geniş bir nehir var. Lütfen çok dikkatle dinleyin efendim, çünkü çok mühim ve zor bir mesele bu. İşte dediğim bu nehrin üzerinde bir köprü var. Köprünün sonunda ise bir darağacı, bir de mahkeme gibi bir yer var; genelde dört yargıç burada oturur ve nehrin, köprünün ve senyorluğun sahibinin koyduğu kanunları uygularlardı. Kanunlar ise şu şekildeydi: ‘Eğer birisi bu köprünün bir başından öbürüne geçecek olursa, nereye ve ne amaçla gittiği bilgisini yeminiyle birlikte beyan etmek zorundadır. Doğru beyanda bulunursa geçmesine izin verilir; yalan söylerse hemen orada bulunan darağacına asılmak suretiyle sorgusuz sualsiz idam edilir.’ Bu kanunu ve vereceği ağır hükmü bilmelerine rağmen pek çok kişi köprüden geçiyordu; ama verdikleri beyanda doğruyu söyledikleri kolayca anlaşıldığı için yargıçlar serbestçe geçmelerine izin veriyordu. Bir gün adamın biri yemin ettikten sonra sırf bu yemini ettiği için, başka hiçbir sebep olmaksızın, orada bulunan darağacında asılarak öleceğini söyledi. Yargıçlar kafa kafaya verip adamın beyanı üzerine düşündüler ve sonunda dediler ki; ‘Eğer bu adamın serbestçe geçmesine izin verirsek, o halde yemininde yalan söylemiş olacak. Bu durumda kanuna göre ölmesi gerekir. Ama asarsak da o darağacında ölmüş olacağı için yemininde doğru beyanda bulunmuş olacak. Bu durumda yine aynı kanuna göre serbest kalması gerekir.’ Saygıdeğer vali, yargıçların bu adama ne yapmaları gerektiği konusunda zatıalinize danışılıyor; kendileri hala şaşkınlık ve kararsızlık içindeler.”

--

--