“En” İnsan.

“Duygulara öykünen, korkuyu, tedirginliği canlandıran, üzüntüyü betimleyen tiyatro oyuncuları, başlarını öne eğerek, seslerini alçaltarak, gözlerini yere dikerek utangaçlığa öykünürler. Bununla birlikte yüzlerini kızartamazlar, çünkü yüz kızarması önlenemez ya da sonradan edinilemez. …yüz kızarması kendiliğinden gelir kendiliğinden gider, bu onun yasasıdır.”
İki bin yıl önce, Lucilius’a yazdığı mektuplarından birinde ona böyle sesleniyor Seneca. İki bin yıl sonra bu satırlarla ilk kez karşılaştığımda “hayret” diyorum ben; “ne kadar basit ve o denli de güçlü bir gerçek.”
Düşünüyorum, hatta biraz saçma oyunlarla denemeye kalkıyorum ama yok; kendiliğinden gelip, kendiliğinden giden bir şey yüz kızarması gerçekten. Role gelmiyor.
Peki, ne zaman kızarır insanın yüzü?
En çok utanınca herhalde. Basit bir gaf anından, kendimize yakıştıramayacağımız onca gaflet anına… Yitirmemek önemli!
Utancın en zarif hali; mahcubiyetle ya da. Bir övgü alınca mesela yüze çökenden. E o da az buz kıymetli değil.
Sevgi, aşk da yürütebilir o kırmızılıkları yanağa. Kıymet terazisini çıkarmaya bile gerek yok sanırım!
Öfke, acı, heyecan… Daha ne hisler var yüzü kızartan.
Yüzün kızarmasına, insanın yüzü kızaran tek tür oluşuna, duyguları bir kenara koyup mantıkla bakmak da şaşkınlığa engel olmamış. 1800’lerde Charles Darwin “tüm ifadeler içinde en tuhaf ve en insancıl olanı” demiş onun için. “Çoğu İnsan İyidir” kitabında Rutger Bregman, Darwin’in çevresindeki misyonerlerden tüccarlara, işgalci bürokratlara kadar herkese mektup göndererek onların bulunduğu yerlerde de yüz kızarması görülüp görülmediğini sorduğunu söylüyor. Ve devamında da hep olumlu cevap aldığını..; her yerde insanların yüzü kızarıyormuş diyor.
Peki, neden?
Bu cevabı da merak ediyor. O günden bugüne bilim de düşmüş nedeninin peşine. Çok daha teknik yaklaşım ve çalışmalar da var ama yine Rutger Bregman’ın aşağıdaki grafikle toparladığı cevap en derli toplu hali belki de.

“İnsanların sosyal öğrenme makineleri olduğunu söyleyebiliriz” diyerek başlıyor Bregman ve devam ediyor:
“Biz öğrenmek, bağlantı kurmak ve oynamak için dünyaya geldik. Dolayısıyla sadece insanlara ait olan yüz kızarma özelliği de bizi şaşırtmamalı. Yüzümüzün kızarması sahip olduğumuz tipik bir sosyal beceridir. Yüzü kızaran insan karşısındaki kişinin kendisi hakkındaki düşüncesine önem verdiğini gösterir. Bu da bir yandan güven sağlar, diğer yandan da iyi bir işbirliğine yol açar.”
Üzüm üzüme baka baka kararırken, insan olan insana bakarken kızarıyor.
Zeka derler hep aslında; insanı hayvandan ayıran, üstün kılan. Bunda yanıldığımıza gün geçtikçe daha emin oluyor insan. Zekası ile kendine yakıştırdığı üstünlüğünde de görülebildiği üzere kibir demiştim ben zekadan ziyade; “…zekası ile kendini en üstün gören insan, en azından bilgeliği hayvanlara kaptırdığını zaman zaman hatırlamalı. Çünkü baktığında, onu diğer canlılardan ayıran olarak, zekasından çok kibriyle parlıyor insan” diyerek.
Ama burada insan adına güzel bir şeyden bahsediyoruz, yüzü kızarabilen insanı anıyoruz. Bunu yapabilen tek tür; ne şeref! İnsan olmanın en belirgin hali…
Yüzümüz hep kızarsın.