Bir Zaman Savaşı; Tren Güneş’e Karşı.
Küçükken dedemin çok sevdiğim bir saati vardı; zincirle cebine bağlı, üzerinde lokomotif kabartması olan kapağını açarak zamanı takip ettiği saat. Şimendiferli köstekli saat… O günlerde tren ile saat arasındaki ilişkiyi merak etmiyordum kuşkusuz. Trenin heybetine olan hayranlığım belli ki yeterliydi onun o saat üzerindeki varlık nedeni için. Ama şimdi o günlerime değil de, biraz daha eskiye, 1800’lü yıllara gittiğimde; tren ayrı, saat ayrı, şimendiferli köstekli saat ayrı anlamlara bürünüyor.
Simon Garfield, Saatler (İnsan Zamana Nasıl Bağlı Oldu) adlı kitabında: “demiryolları, bizim zamanımızın değerini değiştirecekti” diye başlıyor anlatmaya. İngiltere’de, Liverpool ve Manchester Demiryolları’nın 1830 yılında açılması ardından 1846 yılına gelindiğinde Britanya’nın tamamının kazılmış, delinmiş ve döşenmiş halde olduğunu, yalnızca o yıl 272 demiryolu faaliyeti bulunduğunu söylüyor. Fransa’da 1832’de, İrlanda’da 1834’te, Almanya ve Belçika’da 1835’te ve Küba’da 1837 yılında olmak üzere gibi, yolcu demiryollarının tüm dünyada da yayıldığından bahsediyor.
Trenin doğumu gibi, yolcu sefer tarifelerinin doğuşu da İngiltere’de oluyor. Gün içerisinde birden fazla seferler, yeni hatlar… Birkaç hattı birleştiren ilk demiryolu sefer tarifesi, 1839 yılında ortaya çıkıyor. Ancak büyük bir kusur da hemen kendisini gösteriyor; Büyük Britanya genelinde duvar saatlerinin senkronize olmaması… Daha önceden hissedilmeyen bir ihtiyaç! O güne kadar herkesin, kendi yerelinde (şehrinde, kasabasında), öğlen güneşine göre ayarlanmış olan belediye binası veya kilisede asılı olan saate senkronize olması yetiyordu. “Oxford’dan Bristol’a giden birinin” diyor Garfield (eğer bir saati varsa) “yapması gereken en fazla oradayken saatini 10 dakika geri almasıydı.” Karayolu ya da kanal yolculuğuna çıkıldığında ise zaman farkı seyir halindeyken ayarlanırmış zaten. Bunun için ayar listesi hazırlayan danışmanlık şirketleri varmış hatta. Halit Ayarcı’lar ve Saatleri Ayarlama Enstitüleri…
“Demiryollarıyla birlikte yeni bir zaman bilinci seyahat eden herkesi etkisi altına aldı: “dakiklik” kavramı yeniden doğdu” diyerek devam ediyor Simon Garfield… “…eğer demiryolu istasyonu saatleri senkronize edilmediyse kalkış ve varış noktalarını konu eden karşılaştırılabilir ve bütüncül tarifeler sadece karışıklığa ve gerilime neden olmakla kalmaz, aynı zamanda sürdürülmesi gitgide tehlikeli ve olanaksız hale gelirdi. Kırsal bölgeleri dolduran demir yollarında bir vatmanın saatinin farklı olması kesinlikle bir çarpışmayla sonuçlanırdı. Neyse ki bir yıl sonra* İngiltere’de buna bir çözüm bulundu. İlk kez zaman ülke çapında standartlaştırıldı: Demiryolları dünyaya kendi saatlerini yaymaya başladı.” (*Kasım 1840’ta Great Western Demiryolları, bir yolcunun nereden yola çıktığı ya da nereye gideceği fark etmeksizin, rota boyunca zamanın aynı olması gerektiği fikrini benimseyen ilk şirketmiş. Peşinden diğer demiryolları da gelerek, artık tüm hatlar senkronize bir zaman diliminde hareket ediyor.)
Demiryollarının bu dev adımında beyhude isyanlar da boy göstermiş aslında. En çarpıcılarından biri mesela bir İngiliz muhabire ait: “en iyi ve değerli mülkümüz olan zaman tehlikede… / …köylerimiz, kasabalarımız bir buharın iradesi karşısında eğilmeye ve bir demiryolu şirketinin yasalarına itaat etmeye mecbur bırakıldı! Bundan daha korkunç ve katlanılması güç bir zorbalık olur mu?” diye sorarken, “…gelin, Eski Zaman’ın etrafında kışkırtmaya karşı kararlılıkla ve gerekirse bu keyfi saldırıya karşı direnerek toplanalım ve birlikte “Ya Güneş ya Demiryolu” diye haykıralım” diyerek isyanına ortak aramış. Bir başka “neden mi, sonuç mu” yanılgı vakası!
Dakiklik, raylar üzerinden tüm hayata yayılıyordu… 1880 yılına gelindiğinde, Zamanın Tanımı Yasa Tüzüğü meclisten geçmişti. Belediye binalarında zamanı bilinçli olarak yanlış göstermek bir asayiş suçuydu artık. Elbette İngiltere’yle sınırlı değildi bu dönüşüm. Greenwich’in dakikliğini benimseyenler; Fransa’dan Almanya’ya, kıta ötesinde Amerika’ya yayılıyordu. 570 demiryolu şirketi yöneticisinin büyük çoğunluğunun da onayının ardından, bölgelere gönderilen çeviri tablolarıyla birlikte, Kasım 1883’te bir Pazar günü öğle vaktinde Amerika’da da 49 farklı zaman dilimi dörde indirilmişti.
Alaturka Saatleri Ayarlama (Geç Osmanlı’da Zaman ve Toplum) adlı kitabında Avner Wishnitzer de, bu topraklar üzerinden bakıyor bu dönüşüme. Tren eksik değil elbette. Vapurlar ve arabalar da eşlik ediyor hikayesine. Tam bir üstte bıraktığım yerden, 1800’lerin sonu, 1900’lerin başından girdiği için, biraz daha hızlanmış bir zamandan bahsediyor. “Yirminci yüzyıla girilirken, yeni taşımacılık teknolojileri geçmişte hiç olmadığı kadar hız ve rahatlık vaat ediyordu… / Tüm dünyada demiryolu işletmeleri, buharlı gemi şirketleri ve otomobil üreticileri hız rekorları kırmak konusunda birbiriyle rekabet halindeydi ve başarılı olduklarında basında geniş yer buluyorlardı. Avrupalı ve Amerikalı mühendisler, sanayiciler, işletmeciler, gazeteciler, sanatçılar ve yazarlar mekanik hızın iyi ve kötü taraflarıyla sürekli meşguldü…” diye anlatırken, Osmanlı gazetelerinin de genel itibariyle sürati yeni çağın ayırt edici özelliği olarak göklere çıkartan dünyaya katıldığını söylüyor. Simon Garfield’ın işaret ettiği yeniden doğan dakiklik kavramını yeni bir yeniden doğanla karşılıyor; “acelecilik”.
Birkaç on yıl önce dakik olmaya özen gösteren insanlarda artık bir telaş da var. Hiç olmadığı kadar hızlanan makinelere yetişme derdinde olan insanlar…
Wishnitzer’in, “…Hareket etmekte olan bir treni “yakalamak” için koşturan insanların oluşturduğu alışıldık manzara, mekanik hız ile insan hızı arasındaki ilişkinin özünü ortaya koyuyordu. Bu imgenin sayısız yazar ve daha sonraları yönetmen tarafından kullanılan bir klişeye dönüşmesinin nedeni de muhtemelen bu manzaraya ve uyandırdığı geç kalma duygusuna aşinalıktı…” satırlarını okurken; tren garlarındaki, vapur iskelelerindeki koşturmacaların görüntüleri canlanıyor zihnimde. “…Jules Verne’in romanı modern hız kültürünü temsil ederken, Lewis Carroll’un sürekli geç kalan tavşanı da muhtemelen bu modern aceleciliğin simgesiydi” dediğinde; tren, gemi ve fil sırtı üstünde 80 günde devri alem iddiasının peşindeki Phileas Fogg da, cep saati taşıyan ve sürekli saatine bakarak telaşla bir yere yetişmeye çalışan tavşan da zihnimde canlanmakla kalmayıp, kendilerine yeni anlamlar da katmama neden oluyor… Lewis Carroll’un Alice Harikalar Diyarında kitabı 1865’te, Jules Verne’in 80 Günde Devri Alem kitabı da 1872 yılında yayımlanıyor. Trenin zaman yönetimini Güneş’ten çaldığı yıllar… İnsanın doğaldan yapaya geçişinin (ve doğadan da kopuşun) belki de en güçlü adımı 19.yüzyılda yaşanırken, önü alınamaz bir ivmeyle hızlanacak da olsa insanın sorgulaması da yine aynı dönemde doğuyor.
İngiliz muhabirin vaktiyle düştüğü yanlış ilişkilendirmesinde de, romantizmininde de değilim. Tren camından bakmış olsam da zamanın bu değişiminin suçunun onda olmadığını ben de biliyorum. Sanayileşmenin doğurduğu, dönüştürdüğü araçlardan biri sadece o. Camlara vurulan sopa ya da camlara fırlatılan bezelyeler olarak doğan alarmı var eden, geceye ağıt yaktıran sanayileşme.
Raylara düşmesi ile güneşten zamanı çalan olması ve halen bugün raylarda yoluna devam etmesine rağmen hissiyattaki evrimi, zamana tren camından bakmayı ayrı bir güzel yapıyor sadece… Yüz yıl öncesine kadar hız ve telaşın sembolü olan tren, bugün daha çok bir sükûnet temsilcisi değil mi!? Bu kadar kısa sürede zamanı ne kadar hızlandırdığımızı ne güzel temsil etmiyor mu?
Zamana baktığımız makinelerdeki dönüşüm de, hızın ivmesinin ne hale geldiğini gösteriyor. Simon Garfield, IWC’de çalışan Romulus Radu adında bir saat ustasından bahsediyor. 577,5 yılın gün, ay ve yıl bilgisini gösterecek bir daimi takvime sahip olan saatin ustası… Simon Garfield, “Peki 577,5 yıl sonra ne olacak” diye sorduğunda, “2593 yılında bir gün saati düzeltmeniz gerekecek ve bunun için de yakınınızdaki bir IWC mağazasına uğramanız yeterli olacak” cevabını alıyor. Şimdilerde bu analog saatlerin yerini alan akıllı saatleri düşünün bir de. Ömrü, bir güncellemeye, bir üst sürüme bakar; o da en fazla kaç yıl yapar? Hızı, ivmesi bir yana; zamanın kontrolünü de iyiden iyiye kaybettiğimizi, dizginlerin kimde olduğunu da ayrı bir düşündürtmüyor değil.
Dedemin o şimendiferli köstekli saati daha anlamlı artık ama yine ayaklarını tam yere bastırarak bitireyim. Şuradan ya da buradan da bakabilirsiniz hikayesine ama özetle şöyle: 1900’lü yılların ilk yarısı; TCDD, trenlerin zamanında kalkması ve tarifeye uyulması için Zenith ve Omega gibi İsviçre saat firmalarıyla anlaşma yaparak, istasyon şefleri için üzerinde şimendifer baskılı cep saatleri ürettiriyor. İstasyon şefinin kösteğinden tutup çıkardığı ve ona bakarak çaldığı düdük ile hareket eden koskoca tren… Kısa sürede bu saatler halk arasında zamanı en doğru gösteren saat algısına, farklı bir prestije kavuşuyor. Ve artık köstekli saat dendiğinde, bir kalite belgesi gibi hemen herkes köstekli saatlerin üstünde bir lokomotif resmi arıyor.