Ölümün Zaferi

Yiğit Ahmet Kurt
3 min readSep 18, 2020

--

Pieter Brueghel — Ölümün Zaferi

Gulliver, gezilerinin Luggnagg durağında struldbrug dedikleri ölümsüz kimselerden haberdar olur. Buradaki bir dostu, ülkelerinde onları görüp görmediğini sorduğunda, görmediğini söyler ve bunun ne olduğunu sorduğunda arkadaşı; ülkelerinde bazı insanların ölümsüz olduğunu ve bu ölümsüzlerini doğduklarında sol kaşının üzerindeki kırmızı yuvarlak leke sayesinde daha ilk günden bildiklerini, seyrek olmakla birlikte krallıklarında bin yüzden fazla struldbrug olduğunu sandıklarını, bu doğumların bir ailenin tekelinde olmayıp baht eseri olduğunu ve struldbrug’ların çocuklarının da herkes gibi ölümlü olduğunu anlatır.

Bunları işitince” der Gulliver, “itiraf etmeliyim, tarif edilmez bir sevinç duydum… Büyük bir coşku içinde şöyle haykırdım: O ne bahtlı ulus ki, her çocuğunun hiç değilse ölümsüz olma olanağı var! O ne bahtlı halk ki, geçmiş erdemlerin bunca canlı örneklerinden, kendilerine geçmiş çağların bilgeliğini öğretebilecek hocalardan faydalanabilir! Ama hele insan niteliğinin o yaygın felaketine uğramayan, ölümün o ruhları ezip bunaltan devamlı korkusundan uzak, zihinleri rahat ve serbest o yetkin struldbrug’ların eşsiz bahtı!..”

Bilinebildiği kadarıyla Gılgamış’tan beri insanlığın hayal ettiği şey ölümsüzlük. Ruh göçü, reenkarnasyon, mumyalar… Tarihin her döneminde var olan bir arayış. Günümüzün en önemli temsilcileri de transhümanistler.

Kuşkusuz transhümanizm içerisinde birçok farklı motivasyon var. Ve bu arayışın/hareketin insanlığa kazandırımları da. Zaten kadim ölümsüzlük arayışından da biraz farklı; bedenden öte zihne odaklanması, ölümsüzlük kısmı baki kalmakla birlikte hastalanma ve yaşlanmaya karşı arayışları gibi… Transhümanistler kesin bir vaatte de bulunmuyor aslında, bedenin solucanlara yem olmasından çok daha iyi bir olanak olduğuna, eğer başarırlarsa buna değeceğine inanıyorlar. Konu hayli ilginç ve kompleks; meraklısına Mark O’Connell’in Domingo Yayınları’ndan Türkçe’ye de çevrilmiş olan Makine Olmak kitabını tavsiye ederim.

Gel gelelim, konunun nihayetindeki ölümsüzlüğü düşündüğümde, ne kadar zorlasam da kendimi, eğer başarırlarsa buna değmeyeceğine olan inancımı bir türlü kıramıyorum. Transhümanizmin önde gelen isimlerinden olan Aubrey de Grey, kitapta benim gibileri fena haşlıyor aslında. Aubrey, insanların radikal yaşam uzatma ilkesini “insanlığımızı elimizden alacağı, yaşama anlam veren şeyin sonlu olması, sonsuza kadar yaşamanın aslında cehennem gibi olması” gibi reddetme nedenlerine, “utanç verici, çocukça ve ahmakça akıl uydurmaları” olarak karşı çıkarken, “ölüm bizim gardiyanımız, işkencecimiz; onla baş edebilmek için bir tür Stockholm Sendromu geliştirdik” diyor.

İşte ben, “yaşama anlam veren şeyin sonlu olması” kısmından çıkamayarak, bu azarı da bünyede eritiyorum. Ve böyle olunca aslında, itirazlar bu düşüncenin içerisinden geldiğinde, yine içeriden cevap vermek de daha lezzetli geliyor.

Mesela, “Eşsizliğimiz, biriktirdiğimiz bi şeydir. Bir kişinin ölümü bu yüzden çok kötüdür.” diyen Anders Sandberg, kuşkusuz önemli bir temsilcisi olduğu transhümanizm savunuculuğu adına bunu söylüyor. Ancak bu sözlerine sonuna kadar katılmakla birlikte, ulaşmak istediği sonsuzluğu elde edebilmesi halinde bu eşsizliğin ortadan kalkacağı da açık değil mi!? Ölümlü halimizle çok doğru ve güzel bir eşsizlik tanımı, eşsizliğimizin biriktirdiğimiz bir şey olması. Aslında Mark O’Connell ile sohbetinde sarf ettiği bu sözlerinin tam öncesinde söylediği “evrenin öyküsünü yeniden başlatacak olsak, ikimizde bambaşka insanlar olurduk” ifadeleriyle de sanki benim düşüncemin sağlamasını yapıyor.

Ben’in pek kıymeti harbiyesi olmayabilir belki. O yüzden hemen Gündüz Vassaf satırlarına da uzanmak istiyorum:

“…Yaşamı böylesine özel, böylesine benzersiz kılan şey, her şeyin yalnızca bir kez olması. Bunu algılamak, ölümün bilincine varmakla mümkün olabilir ancak. Ölümün bilicinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız ölüm unutkanlığı içinde geçiyor”.

Bununla kalmıyor, “Ölümü dışarıda bırakan tüm düşünce ve eylemler, yaşamı mülk edinme çabasına götürür insanı.” derken, çok daha iddialı da bir son nokta koyuyor: “Tür olarak en totaliter eylemimiz, ölümü unutmaktır.”

Ölüm unutkanlığı… Az dert değil gerçekten.

Mesela Aziz Nesin de bir mülakatında şöyle diyor:

“Ben gençliğimden beri ölümü çok düşünen bir insanım. / …insan öldüğü zaman, ölümü hak etmelidir… / …ölümü kesin olarak bilen insan, namussuzluk ve alçaklık yapamaz; ahlaksızlık yapamaz. İnsan bu ölüm duygusunu, beynine kıymık girmiş gibi her an duyarsa, sanıyorum ki kötü insan olabilmesi mümkün değildir…”

Gulliver’in ölümsüzlük karşısındaki heyecanı biraz yatışıp, hayallerine ara verdiğinde, kendisine struldbrug’ların nasıl bir yaşam sürdükleri anlatılır. Sonrasında hatta birkaçıyla da tanışır. Ve Luggnagg’tan ayrılırken şöyle seslenir okurlarına:

“Okuyucularıma bütün bu gördüklerim ve işittiklerimle o sonsuz hayata karşı duymuş olduğum keskin iştahımın bir hayli azaldığını söylersem bana kolayca inanırlar sanırım. Kendi kendime kurmuş olduğum hoş hayallerden yürekten utandım ve böyle bir hayat geçirmektense herhangi bir zalimin icat edeceği, benim de seve seve koşmayacağım hiçbir ölüm olmayacağını düşündüm. Kral, struldbrug’lar hakkında arkadaşlarımla aramızda geçenleri öğrenmişti. Tatlı tatlı alay etti: “keşke yurttaşlarını ölüm korkusuna karşı donatmak üzere yurduna bir iki struldbrug gönderebilsen” dedi. Ama, anlaşılan, bu krallığın anayasası böyle bir şeyi yasak ediyor; yoksa yurduma birkaç struldbrug taşımak zahmet ve masrafına seve seve katlanırdım.”

--

--